Uzun metrobüs yolculuklarında dışarı bakmaktan sıkılanlar için güzel bir öneriyle başlayayım. Hepimiz Cüneyt Arkın’ın Malkoçoğlu filmlerini biliriz; surlardan atladığı, tek okla üç kişiyi mıhladığı sahneler hafızalara kazınmıştır. O filmlerin içinde bir-iki tanesi vardır ki istisna sayılır: Kanije Müdafası ve Son Akın.
Yıllar sonra, çok kitap okuduğumu bilen bir büyüğüm bana bir tavsiyede bulundu:
“Kutlu Dağ’ı oku.”
(Kutlu Dağ, bir başka yazının konusu olacak.)
Kitabın yazarı Bekir Büyükarkın’dı. O an ister istemez düşündüm:
Cüneyt Arkın, ‘Arkın’ soyadını acaba bu yazara mı binaen aldı?
Bilemem ama Büyükarkın’ın romanlarını okumaya başlayınca şunu fark ettim: Bu adamın kaleminden çıkan her hikâyenin içinden en az beş film çıkar. Nitekim “Son Akın”dan Cüneyt Arkın iki tane film çıkarmış bile.
Derken kendimi yazarın bütün eserlerini okumaya başlamış buldum. Bugün özellikle üç kitaptan bahsetmek istiyordum ama ilkini biraz detaylı anlatmak şart:Gün Batarken.
Gün Batarken
İstanbul mahalleleri yoksul ve fakirlik içinde. Her sokak başında başka bir kavga, her kahvede başka bir tartışma… Bir yanda Hürriyetçiler, bir yanda İttihatçılar. Memleket adeta bir fikir meydanı; herkes konuşuyor ama kimse kimseyi duymuyor. Böyle bir hengâmenin ortasında ise sessizce birbirine tutunmaya çalışan insanlar var.
Bu durum aslında Bekir Büyükarkın’ın romanlarında sık gördüğümüz bir tema: sevmek, sevilmek, beklemek. Şehir yanıyor, dönem çalkantılı, ideolojiler birbirine giriyor ama insanların kalpleri hâlâ aynı şeylerin peşinde.
Ragıp’ın Feride’ye duyduğu sevgi de böyle. Temiz, içten ve biraz acemi. Fakat Feride’nin abileri sert adamlar; koyu İttihatçı. Ragıp’ın merhum babası ise İtilafçı. Yani daha ilk sayfalardan duvar örülmüş durumda. Aile, “bu iş olmaz” diyerek kapıyı kapatmaya kararlı.
Ve sonra o malum gün geliyor: seferberlik ilanı.
Feride’nin abileri, olacak iş değil ya, Ragıp’ı askere aldırmanın yolunu buluyorlar. Gencecik bir adam, sevdiği kızın gözyaşı daha kurumadan kendini “İstikamet Süveş” denilen o bitmek bilmeyen yolculuğun içinde buluyor. Kimi zaman trenle, kimi zaman yaya… Halep, Şam, Kudüs… Koca coğrafyanın tozu toprağı Ragıp’ın yüzüne çarpa çarpa kaderini baştan yazıyor.
Romanın her detayını burada anlatmak isterdim ama beni Büyükarkın’da esas etkileyen şey, olaylar değil karakterlerin iç sesi. Ragıp’ın çekinceleri, korkuları, yanlışları, çaresizlikleri… Öyle bir yazıyor ki, sayfayı kapatınca sanki yan masada oturuyor da derdini anlatıyor gibi.
“Ragıp’a ne olacak?”
“Feride’ye kavuşabilecek mi?”
Bu soruları okur okurken kendi kendine soruyor ama ben cevap vermeyeyim. O kısmı sizin keşfetmeniz daha güzel.
Kitabı alıp okuyup bana mesaj atarsınız; Ragıp’ın yolculuğu sizde nasıl bir his bıraktı, merak ederim.